Sorular | Soru sor

Seytan ve cin kovalyan meteor

Selamunaleykum,
ben bazi tefsirlerde Mülk suresinin 5. ayetinde seytanlarin yildizlarla taslanacagini ve yildizdan maksadin meteor göktasi oldugunu okudum. Ama simdiden göktaslarinin ne zaman dünyamizin cekim alanina kapilacagi ve inecegi bellidir.Yani demek istedigim meteor olabilirmi sonucta dünyanin cekim gücü onu bizim atmosfere cekiyor öyle alev topu olarkata görünüyor.Ve hadisi seriftede okudum yildiz kaymasini seytani kovalayan bir sihab oldugunu. Sadece arastirirken Risalei nur mektub bölümünde rastaldigim su var:aslinda o atilan sihablarin alemi melekütta oldugu ve bizim alemde meteor kamasi gibi göründügü cünkü iki alem icice oldugundan. Gerci böyle alemi melekut ve alemi mülklü bir aciklama ne kadar ispatlanir yani Kuran ve hadislerde varmi bilmem . Yardimci olursaniz...
Vesselam.. Abdulkerim

Ve aleyküm selâm…

Hakikat noktasında bir şeyin sebebi o şeyin varlığının gerçek illeti değildir.

O şeyin varlığının hakiki âmili Allah’ın kudret ve iradesidir.

Çünkü eğer bir sebep bir şeyin varlığının gerçek sebebi, illeti, faili kabul edilirse; bu bir nevi şirk olur.

Zira İmam Gazali (rh.) hazretlerinin ifade ettiği gibi, “ve en lâ müessire’l-hakikiyye fi’l-kevni illellâh”... Yani kînatta Allah’tan başka hiç bir hakiki müessir yoktur/ hiç bir şeyin gerçek manada tesiri olamaz, ancak izafidir”.

Demek ki; sebep ile müsebbep arasında, illet ile mâlûl arasında, yani bir şeyin sebebi ile o şeyin kendisi arasında sadece “iktiran” (yakın olma/yakınlık) mevcuttur. Yani, ikisinin aynı anda bir beraberlikleri vardır. Oysa iktiran ayrıdır, illet ayrıdır.

Bu itibarla şeytanların kovulması, yıldızların kaymasının gerçek sebebi değildir. Asıl sebep, Allah’ın -bizce meçhul olan- geniş hikmetidir.

Rabbimiz (c.c.) bu hikmetle kâinatı düzenlerken, hangi zaman ve mekânda nasıl bir kozmik olayın meydana geleceğini de tayin etmiştir.

Bu gün insanlar çok önceden bir kozmik olayı, mesela bir yıldızın kaymasını tesbit edebiliyorsa, bunun sırrı şudur; Allah’ın kâinatta câri olan hikmetli kanunları olarak adlandırılan “sünnetullah”, değişmez bir hususiyete/özelliğe sahiptir.

Kur’an-ı Kerim’de defalarca ‘Sünnetullah/Allah’ın sünneti/kâinattaki mevcut ontolojik prensipleri, kozmik kanunları değişmez’ manasına gelen ifadelerin vurgulanmış olması bu ilahî kanunların devamlılığına işaret etmek, sürekliliğini haber vermek içindir.

Hasılı; yıldızların kaymasının asıl sebebi, Allah’ın, kâinatın düzeniyle ilgili hikmetidir. Şeytanların kovulması ile bu yıldızların kayması arasındaki münasebet bir iktirandır. Yani, Allah Teala, kaymasını takdir ettiği bu yıldızları, aynı zamanda semaya çıkmaya çalışan şeytanların kovulması için de bir tedbir kılmıştır. Diğer bir ifadeyle; Hz. Allah ezeli proğramiyle kâinatı tanzim ederken, bu düzenlemeden hangi maslahatların olacağını, hangi şeytanların kovulacağını da takdir etmiştir. Nitekim deprem hadiseleri de böyledir. Depremler de normal yerkürenin jeolojik kanunları çerçevesinde Allah’ın hikmetli iradesiyle meydana geliyor. Yerdeki fay hatlarının varlığı, bu depremlerin gerçek sebebi değildir. Depremlerin gerçek sebebi; Allah’ın hikmet, kudret ve iradesidir.

İşte Allah (c.c.), sonsuz ilmiyle bu jeo-fizik kanunlarını öyle bir şekilde düzenlemiştir ki, aynı zamanda isyan eden insanları ikaz vazifesini de yapsın diye, insanların uyarıya muhtaç oldukları zamanlarda bunları tahakkuk ettirmiş/gerçekleştirmiştir.

Böylece Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetiyle, bir anda pek çok şey vukua gelmiş oluyor. Hem kozmolojik kanunlar işler, hem şeytanlar kovulur; hem jeolojik kanunlar işler, hem şeytana uymuş insanlar uyarılmış olur.

Allah’ımızın hudutsuz ilminden gelen Kur’an-ı Kerim’in bir suresi, bir ayeti, bazen bir tek kelimesi, hatta harfi pek çok manaları ihtiva ettiği gibi, O’nun sonsuz ilim, hikmet ve kudretinden gelen ve mücessem bir ayet olan kâinat kitabının dahi her bir hikmetli düzeni, her bir atomu, her bir molekülü, her bir hareketi, bir çok gayeye yönelik hizmet vermektedir.

***

Mevlâ-yi zû’l-Celâl ve’l-Kemâl hazretleri buyuruyor ki:

“Celâlim hakkı için biz, o dünya semayı (yere en yakın olan göğü) takım takım kandillerle donattık ve onları Şeytanlar(ın taşlanması) için rucûm (atmalar, atış taneleri) yaptık, hem onlar için azâb-ı saîri (o çılgın ateş azâbını) hazırladık.” [Mülk suresi, 5]

Bu ayette Cenâb-ı Hak, yıldızlardan-meteoritlerden bahsederken, “rucûmen li’ş-şeyâtîn (Onları şeytanlara atılan taşlar yaptık)” diye beyan buyuruyor. Yani şeytanlara fırlatılan birer roket…

Ve yine Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

“Biz yakın göğü, bir süsle, yıldızlarla süsledik. Ve (gökyüzünü) itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk. Onlar, artık mele-i a'la'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar. Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azap vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir söz kapan olursa, onu da şihâb-ı sâkıb (delip geçen bir parlak ışık) tâkip eder.” [Sâffât suresi, 6-10] “Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da peşine apaçık bir şihâb (alev sütunu) düşmüştür.” [Hıcr suresi, 18]

“Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Halbuki, (daha önce) biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir şihâb (alev huzmesi) buluyor.” [Cin suresi, 8-9]

Bu âyetlerde de müfred olarak “şihâb” ve cem’îsi olarak da”şuhûb” isimleri geçmektedir. “Şihâb” kelime olarak; kayan yıldız, parlak ışık, alev sütunu, alev huzmesi, düşen meteorit anlamlarındadır.

Uzayda meydana gelen hadiselerin bir kısmını rasathanelerdeki gözlemlerle tesbit edip onları astrofizik açısından değerlendirebiliyoruz. Ancak bu olayların içyüzünün dayandığı hikmeti bilemiyoruz. Çünkü biz insanların bu husustaki bilgimiz tecrübe ve müşâhedeye (deney ve gözleme) dayanmaktadır. Oysa her hadisede yer alan vazifeli meleklerin önceden programlandığı şekilde olayları düzenledikleri inkârı kabil olmayan bir gerçektir.

Biz meteoritlerle ilgili, ancak güneş sisteminde ve ona çok yakın olan sistemlerde yer alan ve bir çoğu hakkında belirli, yani hesaplanmış yörüngeler üzerinde hareket eden gök cisimlerinin bulunduğunu tespit edebiliyoruz. Oysa diğer sistemlerde de sayısı belirsiz buna benzer olaylar cereyan etmektedir. Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle bu meteoritler hakkında bilgi vermekte ve sebeplerinden sadece birini açıklamaktadır.

Bilindiği gibi, kâfir olan cinler ve bir de şeytanlar ateşten/ışından yaratılmışlardır. Göklere çıkma kabiliyetine sahiptirler. Fezada yine bizce sayısı belirsiz melekler, emir ve komuta zincirinde ilâhî emir gereği devamlı haberleşme halindedirler. Şeytan ve kâfir cinler bu esrarlı âlemden inen haberleri dinlemek isterler. Oysa bu onlara yasak kılınmıştır. Yükselmeye başladıkları zaman “şihâb” denilen meteoritler birer roket veya nükleer başlıklı füze gibi onlara fırlatılır ve böylece perişan bir halde geri dönmeleri sağlanır.

Hadisenin içyüzü astrofizik açısından bilinmese de, kâinatın çok mükemmel işleyen düzenine bakıldığında bu olaya inanmamak mümkün mü?

Meteoritlerin kendi ışınları yoktur. Dünya çekim alanına girenleri atmosferde sürtünmeden dolayı akkor haline gelir; kimi parçalanıp toz haline girerken, kimi de yeryüzüne düşebilmektedir.

Meseleye astrofizik (yani fizik ilminin astronomiye uygulandığı ilim dalı), astronomi ve astronomik uzaklıklar açısından bakıldığı zaman, kâinatın büyüklüğü, ilâhî kudretin sınırsızlığı çok daha rahat anlaşılabilir.

Yalnız “Samanyolu” denilen galaksiye bakılınca, en az yüz milyon yıldızın onu oluşturduğu görülür. Güneş ise bu yıldızlardan sadece biridir.

Şüphesiz bu galaksiden başka uzayda birçok galaksiler vardır. Onlardan bir kısmı o derece uzaktır ki, ışıkları bize yüz milyonlarca yılda ancak ulaşabilmektedir. Bu da kâinatın akıl almaz büyüklükte olduğunun bir başka belgesidir.

Yapılan astronomik hesaplara göre, en parlak yıldız olan "Sirius", dünyamızdan sekiz ışık yılı, yani 75 684 400 000 000 km. uzaklıktadır.

Günümüzde yıldızlar hakkında bilgi edinmenin başlıca dört metodu söz konusudur:

- Tayf analizi,

- Dopper etkisi,

- Fotometre

- ve Fotoğraf..

İlgili âyetle, gerekli metotlarla araştırma yapılmasına işaret edilmekte ve insan aklı harekete geçirilmek istenmektedir. [Bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, 12, 6292-6293]

***

Velhasıl, Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde, cin ve şeytanların, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) veladetinden/doğumundan önce, hatta vahiy gelmeye başlamadan evvel gökyüzüne tırmanıp bazı hadiseler ve insanların kaderine ait melekler tarafından icra edilmek üzere yola çıkmış bazı haberler hakkında önceden malumat sahibi olduğuna dair açıkça işaret edilmektedir.

Ancak Peygamber Efendimizin (s.a.v.) doğumundan, özellikle vahiy gelmeye başladığı andan itibaren casus cin ve şeytanların kâhinlerle olan irtibatlarına gölge düştü... Çünkü artık cahiliyye ve daha önceki dönemlerde kâhinlere getirdikleri haberleri getiremez oldular. Zaten getirdikleri haberlerden bir tanesi doğruysa, yüz de yalan ilave ederek anlatıp kâhinleri kandırıyorlardı. Yüzde biri doğru çıktığı için, kısmen insanları aldatmaya muvaffak olan kâhinler, artık kimseyi aldatmaz oldular.

Bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, Rasûlullah Efendimizden önceki dönemlerde kâhinler yoluyla cinlere casusluk yaptırılıp haberler alma çabaları olmuştur. Ancak Efendimizin (s.a.v.) dünyayı teşrifleriyle birlikte, cinlerin semaya haber almak için çıktıklarında yıldızlarla/gök taşlarıyla kovalandıkları/kovuldukları da yine ayetlerde beyan olunmaktadır. Gökyüzünden düşen gök taşları ise, genelde atmosferde parçalanarak toz haline gelmekte, nadiren de kütle halinde dünyamıza inmektedir.

***

Dilerseniz şimdi de son asrın büyük âlim ve müfessiri Elmalı’lı merhuma kulak verelim…

“Ayette geçen ‘Şeyâtîn’, Hicr ve Sâffât sûrelerinde geçtiği üzere ‘kulak hırsızlığı yapan’ şeytanlar; “Rucûm” da, şihâb (ateş alevi) olarak tefsir edilmiştir.

Burada iki mânâ vardır:

1) Şihâbdan maksat, maddî mânâsıyla hakikaten hava boşluğunda ara sıra görülen ve yıldız kayması diye ifade edilen fişek parıltısı gibi alevdir.

Kısacası, ruhî hadiselerin feza ve göğe dair hadiselerle maddî bakımdan bir ilgisi vardır demek olur ki, hakikatini Allah bilir.

Bir şihâbın düşüşü, gözlerde bir tesir bıraktığı gibi, düştüğü yerde atmosfer içinde yükselmiş bulunan bazı pis gazların yakılmasıyla tasfiyesi veya zehirlemesi gibi bazı sonuçları meydana getirebilmek… yahut şuur altında bazı sarsıntılar ve cereyanlar ortaya çıkarmakla uykuda ya da uyanıkken veya bazı şartlar altında tesadüf ettiğimiz kişilerin hususi kabiliyetlerine göre rüya ya da ilhama benzer bazı intibalar nakletmek gibi ihtimallerle ilgili olabilir.

Lâkin bu âyetteki “rücûm”u böyle maddî mânâ ile şihâblara hamletmek, âyetin dış anlamına pek uygun görünmez. Zira ‘Ve cealnâha’daki zamir, ‘mesâbîh’a aittir. Mesâbîh (kandiller) ise, şihâblara tahsis edilmiş değil, bütün yıldızları kapsamaktadır.

Halbuki yıldızların hepsi birer şûle (parıltı) sayılsalar bile, şihâblar gibi kayma halinde görünmezler. Âyet ise, hepsinin yıldız kayması olduğunu ifade etmektedir. Eğer böyle olmasaydı o zaman ‘Onlardan bazılarını, şeytanlar için taşlamalar yaptık’ demek gerekirdi. Nitekim bu mânâyı verenler de böyle bir te'vil yapmak istemişlerdir. Buna karşı da şihâbların yıldızlar kabilinden olup olmadıkları münakaşaları yapılmış ve daha önce Bahâü'd-din Âmûli'den naklettiğimiz zinet ve şihâbla ilgili konuda olduğu gibi şihâbların yıldızlardan kopmuş olmaları veya gözlenmeyen yıldızlar cümlesinden bulundukları tarzında cevaplar verilmiş ise de hiçbiri âyetin zahiri anlamına uymaz…

Çünkü şihâblar, eski fizikçilerin fikri gibi sadece havada yukarı çıkan gazların alevlerinden ibaret olmayıp, daha yukarıda sürü halinde dolaşan görünmez birtakım küçük yıldızların yerin çekim gücüne kapılarak atmosfer içine bir mermi gibi giren ve girmesiyle sürtünme ve temastan dolayı alevlenerek meydana gelen şeyler olduğu hakkında yeni düşünceler mevcuttur. [Sâffât sûresine bkz.] Ve bunların ‘parçalanmış yıldızlar enkazı olduğu’ düşünülmekle beraber yerine hazf ve îsâl ile denilmiş olması ve Sâffât sûresinde olduğu gibi yıldızlarla şihâbın ayırd edilmemiş olması, zâhiri mânâya ters düşmesi demektir…

Buna karşı en uygun cevap da, olsa olsa yıldızların hepsinin veya bir çoğunun düşüş kanunlarına tâbi olarak şihâblar gibi olduğu ileri sürülebilir… ve bunların hissedilemeyen bir cereyan üzere bulunduklarına ve bu cereyanların da itme güçleriyle aynı hizmeti gördüklerine işaret olduğu söylenebilir.

2) Burada belirttiğimiz gibi ‘mesâbih (kandiller) kelimesini mecazen maddî ve manevî olmaktan daha genel bir mânâya sevkederek bu taşlamayı maddi olmaktan ziyade manevi olarak düşünmek’ kanatimizce âyetin dış anlamına daha uygun olur ki bu da, söylediğimiz iki anlamın ikincisidir…

Yani dünya semasını süsleyen bütün yıldızlar ve şihâblar görünürde birer ışık olarak çekici güzellikleri, ferdî ve sosyal değer ve üstünlükleri, gözleri-gönülleri açan bilgi zevkleri ve birlik âhenkleriyle Allah Teâlâ'nın yaratıcı kudretine, rahmetinin genişliğine, büyüklük ve galibiyetine delalet edecek ve imana sevkedecek manevî birer kandil oldukları gibi, aynı zamanda şeytanlara karşı fırlatılarak onların azdırma ve saptırmalarını, şer ve zararlarını def etmeye sebeb olacak manevî mermilerdir ki, işte peygamber ve onların vârisleri olan sahâbiler ve âlimler de böyledir…” [Bkz. Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet tefsiri]

***

Meselenin bâtınî/manevi cihetine gelince…

“Sâkıb” kelimesi, Târık suresi 3’üncü ayette de, “en-Necmü’s-sâkıb” terkibiyle ifade buyrulmaktadır. Yani zulumâtı/karanlıkları ‘delen yıldız’!

“Necm, ziya verici (ışık-aydınlık saçan) şeydir. Sâkıb, delikten nüfûz eder gibi ziyasındaki kuvvetle karanlığı delip geçen ve sür’atle ziya veren (tenvîr edip aydınlatan) demektir.
İşte nûr-i ilâhinin insanlara gelmesi bir sâkıb’dır!

Latâif Âlem-i Emr’e bağlıdır. Âlem-i Emr, Arş-ı A’lâ’nın fevkındadır. Arş-ı A’lâ melek sür’atiyle 50 bin senelik yoldur. Oradan ötesi Âlem-i Emr’dir. Arş-ı A’lâ ile Âlem-i Emr’in arası da 40 bin senelik yoldur. Binaenaleyh merkez-i hâkten (yeryüzünün merkezinden) Âlem-i Emr, melek sür’atiyle tam 90 bin senelik mesafedir.

Mü’minlerin kalbinden Âlem-i Emr’e yol vardır. Âlem-i Emr’e varan bu yol, râbıta ile açılır…

İşte bu yoldan gelen füyûzât-ı ilahiye, Âlem-i Kebîr’in bütün dairelerini bir sâkıb gibi delip geçer; ehl-i maneviyenin latâifine ulaşır…

Bu ne büyük bir esrâr-ı ilâhidir.” [Ebu’l-Faruk Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.)]

sebep, Âmil, Seytan, cin, meteor, hakikat, müsebbep, illet, mâlûl, fail, iktiran, Necm, en-Necmü’s-sâkıb, yıldızların kayması, şeytanların kovulması, Allah’ın kâinatta câri olan hikmetli kanunları, Arş-ı A’lâ, Âlem-i Emr, füyûzât-ı ilaheye, esrâr-ı ilâhi,

Yorumlar (0)
Yorumlarınızı asagidan yazabilirsiniz. Yeni soru sormak icin ise buraya tikla

MollaCami.Com