Sorular | Soru sor

Yetimlere yapılan yardım ve îsâr..

Selamun aleykum. Hocam niyet ettim yetimlere zekat vercem. Hatta zekat demıyelım de, topladığım harçlıktan yardım edecem.. Ama bu paraya benim de ihtiyacım var. Onlarınsa daha çok ihtiyacı var dıye düşünerek niyet etmiştim. Ailem razı olmadı.. Yine de anlatarak durumu razı ettım, verceğiz yetimlere.. Benım yaptığım doğru mu? Anne babayı da dınlemek lazım, o yüzden soruyorum.

Ve aleyküm selam…

Değerli kardeşim;

Meseleye zâhir-i şerîat açısından yani fetva yönünden baktığımızda, Türkçemizdeki güzel ifadesiyle “Eve lazım olan camiye verilmez” der ve madem kendi ihtiyacın var, kendine harca diyebiliriz. Ama şerîatın bâtın penceresinden/takva cihetinden baktığımızda durum değişir. Davranışın hem doğru hem güzel. Hele ki aileni razı ederek, onların gönlünü de alarak yapman çok güzel.

Esas itibariyle ebeynin evladın malı üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Tabii senin de onların malları üzerinde tasarrufun olamaz. Herkesin malı-mülkü, parası-pulu kendisine aittir. Mesela bir baba, evlâdının tarlasını, bahçesini satamaz, onun servetini dilediği gibi harcayamaz. Ancak anne-baba fakir ve bakıma muhtaçsa şayet, evlatları (kız olsun erkek olsun fark etmez) mutlaka bunların nafakasını temîn etmekle, onlara bakmakla mükelleftir. Onun dışında babanın, senin tasadduk ve infakına karışma hakkı yoktur. Bu hususta müsterih olabilirsin.

***

Yaptığın işin/amelin adı, İslâmî ilimler ıstılahında “îsâr”dır.

Îsâr kelime olarak ikram, bahşiş demektir. Dinî literatürümüzde ise cömertlikle verme, döküp saçma-serpme, kendi muhtaç olduğu halde bahşişte bulunma manalarına gelir ki, bu ahlâk cömertliğin zirvesidir.

Diğer bir ifadeyle îsâr, kendisi için gerekli olan bir şeyi başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertliktir. Medineli Müslümanların yani Ensâr’ın, Mekkeli Muhacirleri (r.anhum) şehirlerine davet edip, onları evlerine, mal ve mülklerine ortak ederek Allah Tealâ’nın övgü ve rızasını kazanmaları en büyük îsâr örneğidir.

Hz. Aişe (r.anha) validemiz anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.v.) dünyadan irtihal edinceye kadar üç gün birbiri ardına karnını doyurmadı. Dilesek doyurabilirdik, fakat başkalarını kendimize tercih ederdik.”

Rasûlullah (s.a.v.) bir defasında bir arkadaşı ile iki misvak yaptı. Misvakların birisi eğri, diğeri düzdü. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) misvakın güzel olanını arkadaşına, eğri olanı da kendisine ayırdı. Arkadaşı;

– Bu güzel misvak, size yakışır ey Allah’ın Rasûlü, deyince, Efendimiz (s.a.v.):

– Bir saat de olsa, bir kimse ile arkadaşlık edene, arkadaşlık hakkına riayet edip etmediği sorulur, buyurdu.

Onun yüksek terbiyesinde yetişen sahabe-i kiram (r.anhum) da bu ahlâka sahip idi. Nitekim Allah Tealâ onların bu üstün halini şöyle övüyordu::

“Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [Haşr suresi, 9]

Çünkü onlar, kendileri aç ve muhtaç iken diğer mü’min kardeşlerini tercih ediyor, ellerine geçeni önce onlara veriyorlardı.

Bizzat çalışarak kazansalar da, ellerine geçen nimetin kendilerine ait olduğunu düşünmüyorlardı. Her şeyin Allah Tealâ’nın mülkü olduğunu yakinen biliyor, kendilerini ancak bu mülkü yerine ve ihtiyaç sahibine ulaştırmakla vazifeli görüyorlardı.

Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sadakanın en faziletlisi, en dar ve zor anlarda, insanın karnı aç, kendi muhtaç iken başkasına verdiği sadakadır.”

Zira elindeki mülkü ve yetkiyi kendisinin gören kimsede, îsâr ahlâkı gerçekleşmez. Bu ahlâk ancak her şeyin Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu gören ve bilen bir kimsede meydana gelir. O kendisini bir emanetçi görür. Onun vasıtasıyla bu mülk kime ulaştırıldı ise, o kişinin buna daha hak sahibi olduğunu düşünür.

***

Abdullah b. Abbas (r.anhuma) anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.v.), Benî Nadr ganimetlerini elde edince, Ensar’a;

– Siz kendi isteğinizle, Muhacir kardeşlerinizle mallarınızı ve evlerinizi bölüştünüz. Bu ganimette de onlara ortak oldunuz. Eğer isterseniz mal ve evleriniz size kalsın, bu ganimetten size bir şey vermeyelim, hepsini Muhacirlere dağıtalım, buyurdu. Ensar ise:

– Hayır, biz mallarımızı ve evlerimizi onlarla bölüştük; bu devam etsin. Ayrıca bizler, bu ganimetteki payımızdan da vazgeçip hepsini onlara veriyoruz, dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ, yukarda zikrettiğimiz, ‘Onlar ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendilerine tercih ederler.’ ayet-i kerimesini indirdi.

Enes b. Mâlik (r.a.) naklediyor:

“Rasûlullah (s.a.v.) Medine’yi teşrif ettiğinde, Ensar ile Muhacirleri kardeş yaptı. Bir zaman sonra Muhacirler Hz. Rasûlullah s.a.v.’e gelerek:

– Ey Allah’ın Rasûlü! Biz bu Ensar gibi fazla malından bolca dağıtan, az malını da eşitçe paylaşan bir topluluk görmedik. Bizi hiçbir yükün altına sokmuyorlar, elde ettikleri meyve ve geliri ise bizimle paylaşıyorlar. Bu durumda bütün sevabı onların alıp bize bir şey kalmamasından korkuyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):

– Hayır, korkmayın. Siz onlara hayır dua ve güzelce teşekkür ettiğiniz sürece siz de sevap alırsınız, buyurdu.”

Abdullah b. Ömer (r.anhuma) da şöyle der: “Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiçbiri Müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi.” Şöyle anlatır: “Ashab-ı kiramdan fakir birisine kızartılmış bir koyun kellesi hediye edildi. Kendisi ve çocukları bu yiyeceğe muhtaçtı. Bu halde iken kelleyi getirene;
– Onu şu falanca komşuma götür. O ve çocukları bizden daha muhtaç halde, dedi ve oraya gönderdi.

O da aynı şekilde diğer bir komşusuna gönderdi. O da bir başkasına gönderdi ve sonuçta kelle ilk götürüldüğü yere geri döndü. Çünkü aç ve muhtaç olanı o idi.”

***

Hz. Ebu Bekir (r.a.), bir defasında İslâm ordusunun hizmeti için bütün malını Allah yolunda sadaka olarak vermişti. Rasûlullah (s.a.v.) kendisine;

– Ebu Bekir, ehlin ve evlatların için geride ne bıraktın, diye sorunca Hz. Ebu Bekir (r.a.);

– Onlara Allah ve Rasûlü’nü bıraktım, cevabını vermişti.

Hz. Huzeyfe (r.a.) şöyle anlatıyor:

“Yermük savaşında yaralılar arasında kalan amcaoğlumu aramak üzere çıktım. Yanımda bir miktar suyum vardı. Amcaoğlumu buldum, su isteyip istemediğini sordum. İsterim, dedi. Tam suyu vereceğim sırada öteden biri, “Ahh, su!” diye inledi. Amcaoğlum suyu ona götürmemi işaret etti. Gittim baktım ki Hişam b. Âs. Tam ona su vereceğim sırada öteden biri “Su!” diye inledi. Hişam da beni ona gönderdi. Ona gidinceye kadar vefat etti. Hişam’a döndüm, o da şehit olmuştu. Amcaoğluma geldiğimde, baktım ki o da şehit. Su elimde kalmıştı. Allah hepsinden razı olsun.”

Sahabenin büyüklerinden İbn Ömer’in (r.anhuma) hizmetçisi Nâfi’nin şöyle dediği anlatılır:
“Bir kere İbn Ömer (r.anhuma) balık yemek istedi. Şehrin her tarafını aradık, fakat bulunamadı. Birkaç gün sonra ben balık buldum, kızartmaları için emir verdim. Bir tabak içinde balığı İbn Ömer’e takdim ettim. Hasta olmasına rağmen balığın getirilmesine sevindi. Tam o sırada bir dilenci geldi, kapıya dayandı. İbn Ömer (r.anhuma):

– Balığı ona verin, dedi. Nâfi:

– Efendim, şu kadar günden beri balık istiyorsun, şimdi niçin veriyorsun? Bunun yerine dilenciye başka bir şey vermemiz mümkün, dedim. İbn Ömer (r.anhuma) dedi ki:

– Artık bunu yemek benim için doğru değil. Zira Rasûlullah’tan (s.a.v.) duyduğum şu söz sebebiyle balık yeme isteğini kalbimden çıkarmış bulunuyorum. O buyurdu ki: “Bir kimse bir şey ister de onu elde ederse, isteğini geri çevirsin, elini çeksin. Başka birini o hususta kendisine tercih etsin. Böyle yaparsa, hiç şüphe yok ki, Allah onu affeder.”

***

Din kardeşinin ihtiyacını kendi ihtiyacı gibi görme ve onunla aynı şartları paylaşma ahlâkı elbette kolay değildir. Sahabe ve Tâbiîn’den sonra bu ahlâka sahip insanlar azalmış olsa da yine de eksik olmamıştır. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî (k.s.), kendisinden bir şey isteyeni hiçbir zaman geri göndermez ve “Rasûlullah’ın (s.a.v.) ahlâkıyla ahlâklanmaya uğraşıyorum” derdi.
Büyük velilerden İbrahim b. Edhem (k.s.) de şöyle demiştir: “Biz öyle insanlara yetiştik ki, onlar elindeki şeye kendisinin din kardeşinden daha çok hak sahibi olduğunu düşünmezdi. Ancak kendisinin ona daha çok ihtiyacı varsa, o zaman kullanma sırasının kendisine geldiğini düşünürdü.”

Sehl b. İbrahim (rh.) anlatıyor:

İbrahim b. Edhem’le dost idik. Bir keresinde ağır bir hastalığa tutulmuştum. Bunun üzerine İbrahim b. Edhem elindeki her şeyi benim iyileşmem için harcadı. Sonra iyileşmeye başladım.
Bir ara kendisinden canımın çektiği yiyecek bir şeyler istedim. Elinde bir şeyi kalmadığından merkebini satıp isteğimi yerine getirmiş… Sağlığıma kavuştuğumda bir yere gitmek için merkep lazım oldu.

– İbrahim, merkep nerede, diye sordum.

– Sattık, dedi.

Sağlığım yol yürümeye müsait olmadığı için;

– Peki, ama şimdi ben neye bineceğim, dedim. O ârifler sultanı;

– Sırtıma bineceksin kardeşim, dedi ve beni üç konak mesafesi boyunca sırtında taşıdı. (Konak: Yolcuların geceyi geçirdiği yer, menzil; Yolculukta mola verme yeri; Bir günlük yol, iki menzil arasındaki mesafe manalarınadır.)

Yine büyük ve meşhur velilerden Serî Sekatî (k.s.) hazretleri anlatır:

“Bir gün bir hata işledim. O hatanın ateşi otuz yıldır içimde durmakta, hatırladıkça kalbim cayır-cayır yanmakta. Bir gün Bağdat’ta dükkanımın bulunduğu semtte yangın çıktı. Bütün dükkanlar yandığı halde benimki yanmamıştı.

Dükkanımın yanmadığı haberi gelince, “Elhamdülillah” diye Allah Tealâ’ya hamdettim. Hemen akabinde, başkalarının zarar ve ziyanını düşünmediğimi hatırlayıp çok tevbe ve istiğfar ettim. Keffaret olarak dükkanımdaki bütün mallarımı fakirlere dağıttım. Fakat otuz yıldır kalbimden bunun acısını silemedim.”

Velhasıl îsâr, sıddıkların mertebesi ve Allah için birbirini sevenlerin en üstün derecesidir. Onlar Allah için canını bile feda etmişlerdir.

Anlatıldığına göre, halife Muvaffak zamanında, Gulam Halil b. Ahmed bazı sufileri halifeye şikâyet edip haksız yere suçladılar. Halife bunların yakalanıp cezalandırılmasını emretti.
Cüneyd-i Bağdadî kendisini fakih göstererek kurtuldu. Şehham, Rakkam ve Ebu’l-Hüseyin Nurî isimli zatlar yakalanıp nezarete alındılar. Boyunları vurulmak üzere hazırlık yapılınca Ebu’l-Hüseyin öne atıldı. Cellat kendisine;

– Niçin acele ediyorsun, diye sordu. Ebu’l-Hüseyin Nurî (k.s.):

– Kardeşlerimin bir saat fazla yaşamaları için. Önce beni öldürün, dedi.

Cellat hayret içinde kaldı, elini geri çekti. Hadise halifeye haber verildi. Halife sufilerin halini incelemek üzere, baş kadı İsmail b. İshak’a haber gönderdi. Kadı, Ebu’l-Hüseyin Nurî’ye fıkıhla ilgili birtakım sorular sordu. Hepsine çok güzel cevaplar verdi. Sonra sözlerine şöyle devam etti:

– Allah Tealâ’nın öyle kulları vardır ki, kalktıklarında Allah ile kalkarlar, konuştuklarında Allah ile konuşurlar.

Nurî kadıya öyle hikmetli sözler söyledi ki kadı ağladı. Sonra halifeye haber göndererek;

– Eğer bu topluluk zındık ise, yeryüzünde hiçbir muvahhid yoktur, dedi. Halife de onları serbest bıraktı.

Îsâr ahlâkı, bugünün dünyasına, anlayışına çok uzak görünse de nebevî ahlâkın zirve üstünlüklerinden biridir.

Eminiz ki her devirde ve bugün de îsârı yaşayan/yaşatan sizler gibi gönül erleri var. Bizler de böyle olamıyorsak bile olmayı dilemeli, bu büyük ahlâkî fazileti anlamalı ve anlatmalı, yaşamalı ve yaşatmaya çalışmalıyız.

yardım, yetim, cömertlik, bahşiş, ikram, îsâr, zirve, Ensar, Muhacir,

Yorumlar (0)
Yorumlarınızı asagidan yazabilirsiniz. Yeni soru sormak icin ise buraya tikla

MollaCami.Com